Geleceğe Devrim Yazmak


Dördüncü cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'i taşıyan siyah renkli Devrim otomobili, biraz öksürdükten sonra, TBMM ile Anıtkabir arasındaki yolun yüzüncü metresinde durdu. Gürsel'in "Neden durduk" sorusuna, otomobilin direksiyonundaki Yüksek Mühendis Rıfat Serdaroğlu "Paşam, benzin bitti" diye cevap verdi. Araçtan inip hazır bekleyen diğer Devrim otomobiliyle Anıtkabir'e devam eden Gürsel, bu sırada "Batı kafasıyla otomobili yapıyorsunuz, Doğu kafasıyla benzin koymayı unutuyorsunuz" diye söylenecekti. Aslında otomobil gayet düzgün çalışıyordu ama izleyen günlerde basın yüz metrelik mesafeyi alay konusu haline getirdi. Proje rafa kaldırıldı. 27 Mayıs 1960 Darbesi'nin ardından (ki o günlerde darbe değil devrim diye anılıyordu), askeri yönetimin "tamamen yerli" bir otomobil istemesi sonucu 23 mühendisin, Eskişehir Cer Atölyesi'nde dört buçuk ayda yaptığı "Devrim"in seri üretimine geçilmedi. "Geçilseydi yerli bir otomotiv sanayi kurulabilir miydi" sorusu da cevaplanamadan kaldı.

Ancak şimdi dünyanın vaktiyle ürettiği ve bizim yetişemediğimiz teknolojisini değiştirmek zorunda çünkü dünya boğuluyor ve onun nefes almasını sağlayacak yeni teknolojilere ihtiyaç var. Bizimse henüz gündemimizde bile değil! Ee sırası gelmiyor bir türlü. Aslında partilerin hedefinde bu konularda var da, işte ne hikmetse sırası gelemiyor, gün yetmiyor sanırım.

Ama bir çok akıllı ve bu işlere kafa yoran Türk bilim adamları ve çeşitli alanlarda emek harcayan insanlar var. Bizde biraz duyarlı olsak ne zararı olur aslında öyle değil mi?

İlk yerli otomobil “Devrim” belki seri üretime girmedi ama o zaman ki biz, isteseydik, destek verseydik fena mı olurdu hatta farklı mi olurdu diye düşünmeden de edemiyorum. O gün, o 23 mühendisin teknik kapasite, malzeme ve gerekli altyapı yokken, zorunlulukla (bu noktada Gürsel'in emri), güçlerini, akıllarını ve hayallerini birleştirdi. Şimdi belki oradan ilham alan/alacak insanlara destek vermeli.

Sosyal sorumluluk sadece kurumların sempatik reklam mecrası olmasın, biz önemini kavrarsak, yapılan çalışmalara veya projelere de hassasiyetle tepkimizi gösterirsek amacına uygun işler yapılır. Gandhinin değerli sözleri bu yazının son noktası olur.

“Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür.../ Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür.../ Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür... / Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür... / Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür... / Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür... / Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür...”

GDO ya GELİNCEYE KADAR OOOOOHHHHHOOOOO!!!!














Bugunlerde hep konusuyoruz ya GDO, bununla ilgili aldigim
bi maili paylasmak istedim bana durust bir aktarim gibi geldi
adi sanida belli, sizde okuyun istedim. Degistirmeden aktariyorum...

"Değerli dostlar,

Ben inşaat mühendisi olmakla birlike yaklaşık 18 yıldır yemek

sektöründeyim. Yemek Sanayici ve İş adamları Derneği başkan

yardımcısı,
Ankara Sanayi Odası gıda komite üyesiyim.

Bu sürede öğrendiklerimi yazmaya sayfalar yetmez. Ancak

birkaç bilgi
aktarırsam ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.

Öncelikle Türker Bey'in ticari endişeyle yapılıyor teşhisi sonuna

kadar
doğru. Minimum M2 maksimum verim, olay tamamen budur.

- "Soya Kıyması" adıyla satılan ürün yağı alınmış soya küspesidir.

25 Kg
torbalarda kg fiyatı 1,5 tl civarındadır. Kullanırken ılık suyla

ıslatılır 1 kg soya kıyması 3 kg su emer. yani kullanım fiyatı kg da 50

krş tan aşağı olur. Gerçek etin 20 tl/kg olduğu yerde tabiiki bunu önce

sermaye kullanır. maret, pınar vs gibi hazır tıp annemin köftesi gibi

köftelerin tamamı soya katkılıdır. şirin gözükmesi içinde mix kıyma,

soya proteini vs. gibi farklı isimlerle ambalaj üzerinde yazılmaktadır.

yani et diye soya küspesi satıp, annemin köftesi gibi aynen diye reklam

yapıyorlar.

BİTMEDİ: bu soya zımbırtısı granül veya toz halinde , beyaz , açık

kahve, koyu kahve , kırmızı, yeşil renkleri vardır. tadı nötüre

yakındır. cevizle karışıp baklavaya, kıymayla karışıp köfteye , unla

karışıp ekmeğe, keke vs.ye giriyor.

- Marine kuşbaşı diye bir et satılıyor şimdi , normal kuşbaşı etten

ucuz. bir özel kimyasal karışım suyla ete emdiriliyor. % 20 su basılıyor

ete , böylece fiyatı ucuzluyor. ancak bu tuzlar sizin kalp, şeker,

tansiyon vs , rejimlerinize zarar verirmi bilmiyorsunuz. yemeğe tuz

atmıyorsunuz, ama başka tuzları bilmeden yiyorsunuz. yemek şirketinizin

et giriş faturalarında "mix kıyma" ve " marine kuşbaşı " var mı, bir

kontrol edin bakalım.

- PEYNİR ALTI SUYU TOZU: Adı üstünde, peynir üretiminde kalan su sıcak

plakalara püskürtülüyor, buharlaşma sonucu elde edilen toz işte. nerede

kullanılıyor? peynirli çizi de peynir mi var zannediyorsunuz. tüm

bisküvit ve kek sektörünün birinci sınıf dolgu maddesi. kg fiyatı 50 krş

gibi bişeydi.yediğiniz bisküvit, kek, kraker vs paketlerin üzerini bir

okuyun bakalım içinde şeker ve un dışında tanımadığınız kaç kalem

malzeme var. bir top keki toptancısı 15 krş a satıyor. anam-babam usulü

un,yumurta ve yağ ile yapsanız 30 krş malzeme maliyeti var, ambalaj,

üretici karı, nakliye ve toptancı karı vs eklenince nasıl o fiyata

satılabiliyor? çünkü kek değil kek benzeri kimyasal bir şey alıp

yiyoruz. paketin üzerini okuyun anlarsınız.

- bezelyenin kurusu öğütülüp fıstık süsü verilerek tatlılara konuyor.

- pul biberin, karabiberin, kimyonun vs ektractı var, kilosu 5 tl ye

satılan sucuklarda gerçek baharatmı var sanki. bazılarında zaten sucuk

benzeri ürün yazıyor.

- bir danadan 25-30 kg sinir çıkıyor . -40 derecede dondurup öğütüyor

sinir unu yapıyor sosise basıyorlar. şarküteri rünlerine dikkatli bakın.

%100 dana diyor, dana eti demiyor, anlayın işte.

- tavukların boyun , taşlık, kanat ucu vs gibi ticari değeri olmayan her

yeri kemikleriyle öğütülerek "mekanik kıyma " isimli bişi yapılıyor. tüm

tavuk sucuk ve salamlarında bu var, siz tavukların göğüs etlerinin kıyma

yapıldığını sanıyorsanız fena yanıldınız.

bütün bu işler T.C.Tarım ve köy İşleri Bakanlığı izni ile yapılıyor.

Tamamen ve her yönüyle gıda terörünün cenneti olan yurdumuzda izinle

bunlar yapılırken siz varın kaçak yapılanları düşünün,

Bütün ekmeğe tavuk döner 2 tl , yarısı işkembe, ööööffffffffffff,

sıkıldım gene, GDO ne ki o daha yeni farkedildi, devede kulak bile

değil. bugünkü hürriyette yılmaz özdil'i okuyun oda iyi dokundurmuş.

Bunlar işin yemek faslı, daha gıda ambalajları var, koruyucular var vs.

kıyamet kopuyor da bizim gıda mühendislerimizin sesi soluğu yok ortada,

bir garip yemekçi inşaat mühendisi çarşı pazardan topladığı bilgileri

ortalığa döküyor.

sevgiyle kalın,

Serdar Erler CE85."

35 Yas

Yas otuz bes! Yolun yarisi eder.
Dante gibi ortasindayiz ömrün.
Delikanli çagimizdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yasina bakmadan gider.
Sakaklarima kar mi yagdi ne?
Benim mi Allahim bu çizgili yüz?
Ya gözler altindaki mor halkalar?
Neden böyle düsman görünüyorsunuz;
Yillar yili dost bildigim aynalar?
Zamanla nasil degisiyor insan!
Hangi resmime baksam ben degilim:
Nerde o günler, o sevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben degilim
Yalandir kaygisiz oldugum yalan.
Hayal meyal speylerden ilk askimiz;
Hatirasi bile yabanci gelir.
Hayata beraber basladigimiz
Dostlarla da yollar ayrildi bir bir;
Gittikçe artiyor yalnizligimiz
Gökyüzünün baska rengi de varmis!
Geç farketttim tasin sert oldugunu.
Su insani bogar, ates yakarmis!
Her dogan günün bir dert oldugunu,
Insan bu yasa gelince anlarmis.
Ayva sari nar kirmizi sonbahar!
Her yil biraz daha benimsedigim.
Ne dönüp duruyor havada kuslar?
Nerden çikti bu cenaze? Ölen kim?
Bu kaçinci bahçe gördüm taruma.
N'eylesin ölüm herkesin basinda.
Uyudun uyanamadin olacak
Kim bilir nerde, nasil, kaç yasinda?
Bir namazlik saltanatin olacak.
Taht misali o musalla tasinda.

Cahit Sitki Taranci

Çok güzel bir şiir ancak yaş 35 olmasına rağmen bana uymuyor,
zaman değişiyor arkadaşlar sanirim benim içim bu şiiri
hiç mi hiç kabullenemeyecek:)) Ancak şapka çıkarıyoruz,
aklına, ruhuna sağlık nurlar içinde yat.

Gelecek 50 Yil


Bilim başdöndürücü bir hızla ilerliyor... Tabii, gündelik hayatımız da değişiyor ve daha da değişe-cek. 50 yıl sonra nasıl bir dünyada, nasıl yaşayacağız? Gelecek 50 Yıl, işte bu sorulara cevap arıyor. Dünyanın en önemli popüler bilim yazarlarından John Brockman, herbiri kendi alanında önde gelen 25 bilimciyi biraraya getirerek, bilimin ve dolayısıyla hayatımızın geleceğine dair aydınlatıcı bir manzara çiziyor. Giderek daha fazla uzaya açılıyoruz ve yayılıyoruz. Evrendeki bu ilerleyişimiz hem geleceğe hem de geçmişe doğru. Onun için, bu yolculuk, evrenin nasıl oluştuğu konusunda daha fazla bilgi verecek bize. Yeryüzü’ndeki hayata ben-zeyen veya benzemeyen hayatlar var mı? Bu konuda da daha fazla bilgi edineceğiz. Önümüzdeki 50 yılda beynin gelişimi ve evrimi konusunda bir devrim yaşayacağız. Bu devrim sağlık alanında da kendini gösterecek, robotların yönlendirilmesinde de... 50 yıl sonra genlerimizin her birinin tam metnini öğrenebileceğiz. 50 yıl içinde bize yardımcı olacak robotlara sahip olacağız, ama “bilinçli” robotlar için beklememiz gerekecek. 50 yıl sonra karada, suda ve havada gidebilen bir tür sessiz bireysel taşıt geliştirilme ihtimali yüzde 50. 50 yıl içinde basit ve cansız biyokimyasal maddeleri kullanarak bir test tüpünde bir hayat meydana getirmeyi başa-racağız. Böylece şu anda iyileştirmesi güç olan birçok hastalığın üstesinden gelebileceğiz. Önümüzdeki 50 yılda, bedenlerimize robot teknolojisinin, silikonun ve çeliğin girmesini benimseyeceğimiz bir kültü-rel değişim yaşanacak. Gelecek 50 Yıl, bu gelişmelerin toplumsal ve siyasi sonuçlarını da gösteriyor.

Düşünce okuyan makine yaptılar


Amerikalı bilim adamları, düşünce okuyan bir makine geliştirdi. Gelişmiş bir MRI tarayıcısı olan cihaz, beynin faaliyete geçen bölgelerine göre ne düşündüğünü saptıyor.

PITSSBURGH’daki Carnegie Mellon Üniversitesi’nde yeni geliştirilen makineyle yapılan deneylerde, deneklere bir alet veya bina çizimleri gösterilip birini düşünmeleri istendi. Makine, düşünülenin sadece alet veya bina olduğunu değil, hangi alet veya hangi bina olduğunu da yüzde 97 başarıyla tespit etti. Farklı objeleri ayırmaya yarayan bu teknik, ilk kez kullanılıyor.

Deney sırasında, bilgiyi değerlendirme işlemi yapan beyinde, birçok bölgenin aktif hale geçtiği de saptandı. Şu anda çalışmalar sınırlı kalmasına karşın, bilim adamları, ileride beyinde oluşan herhangi bir düşüncenin tamamının bile okunabileceğini söylediler. Bu tekniğin tıpta da kullanabilineceği, örneğin, otistiklerin iç dünyasını anlamaya yardımcı olabileceği belirtildi. Araştırma ve deneyleri yöneten Prof. Marcel Just, "Otistikler, diğer insanları farklı bir şekilde algılıyor ve bunu karekterize etmek çok zor. Bu yöntem, tanımlama yapmamıza yardımcı olacak" dedi.

Ayrıca, bu yöntemin kullanma alanının genişletilebileceği, yalan testlerinde kullanılabileceği gibi, polisin de bu sayede daha suç işlenmeden failini yakalayabileceği belirtiliyor. Benzer konu, başrolünü Tom Cruise’nin üstlendiği, "Azınlık Raporu" adlı filmde işlenmişti.

Bu günlerde insan beynine ve gücünü merak ediyorsanız, aşağıdaki linkte enteresan!

http://olumludusun.tr.gg/Dr-.-Jill-Bolte-Taylor-.htm

MASSTE

Değişen, zaman içinde yeniden, yeniden tanımlanan; ancak dil kurma, fikri, duyguyu ve anlamı taşıma işlevini hiç terketmeyen bir alan grafik tasarım.

Tasarım, insanın var olmak için ürettiği ilk şeyle başladı. Korunmak, avlanmak için silah olarak kullanmak üzere bir taşın sivriltilmesiydi insanoğlunun ilk tasarımı. Bir taş doğadaki fonksiyonunun tamamen dışında, aklın ve insan emeğinin katılmasıyla insanın varlığını korumaya yarayan bir silaha dönüştü. Bu nedenle taş; şiddet, güven, korku, sağlamlık, güçlülük, duygu anlamların imgesi oluverdi bin yıllar boyu.

İnsanoğlu, varoluşunu, aile ve toplum oluşturma sürecinde ihtiyaç duyduğu iletişim ve dil sorununu öncelikle grafikle, hiyeroglifle çözdü. Tüm mesajlar yaşamsaldı. Doğru iletilmeli, doğru anlaşılmalıydı. Ve mesajlar tümüyle yalın, netti. Tarih boyunca hayatı yeniden tasarlama sürecinde insanoğlunun, görsel sanatlar, sanatsal varoluşunun öncesinde, bir dil, bir paradigma olarak varoldu.

İçinde yaşadığımız tamamıyla tasarlanmış çevre olmasa, fizik olarak yaşamamızın da pek mümkün görünmediği serüven böyle başladı.

Böyle başladı, bugün ulaştığımız estetik algı düzeyi, toplumsal iletişim araçlarının becerileri, onlara yüklenen misyonun evrensel kapsayıcı yanı. Ve bu araçların görevlerini aşan becerileri (televizyon gibi, internet gibi), oluşturdukları yeni dünyalar böyle başladı.

Bu uzun serüvende iletişim araçlarının ilki diyebileceğimiz grafik ve endüstriyel tasarım ile ilgili tüm ilk bilgileri de kaçınılmaz olarak doğadan aldık. Ona aklımızı ve ruhumuzu, düşlerimizi kattık. Taşa yüklediğimiz anlamlar gibi, tasarlanan her nesne yeniden varoldu. Renkleri de anlamlandırdık. Bize hissettirdiklerini yeniden yeniden tarif ettik. Espası, ritmi, sıklıkları ya da boşlukları, tekrarların oluşturduğu büyüleyici gücü, yahut tutkunun biçimlerini, hüznün çizgilerini, coşkunun kıvrak yansımalarını, ya da saklı tuzaklarını tekrar tekrar oluşturduk.

Tasarlanmış her ürün kullanıldığı alanı ve ilişkileri içinde yeniden renk, yeniden biçim, başka misyonlar, yüklendi. Farklı imgeler ve farklı duygulara çağrışımlar oluşturdu.

Kendimize bir dil kurduk. Ta sürecin başladığı tarihten bugüne insanoğlunun görsel algısı işitsel algısından daha önce geliyordu. Çünkü taş sertti, öldürücü, koruyucuydu. Ateşi keşfetti insan. Sıcaktı, yakıcıydı, ancak ısıtıyor, soğuktan koruyordu. Yani her nesne, olgu işlevine göre kendini bir başka boyutta anlatıyordu.


Biz nesnelerin yeniden üretimlerinde, bu bize anlattığı anlamları, imgeleri alıp kendimize renklerden, biçimlerden, formların dünyasından yeni bir dil oluşturduk. Bu dili bugün fabrikada üretilmiş ürünün imgesel, fonksiyonel ve bizim için soyut anlamını da tarifte kullanıyoruz.

Yani aslında kendi başına yeterli bir anlam ve anlatım gücü taşımayan “güzel, ya da çirkin bir renk”, “karmaşık bir desen”, “fazla iri bir imaj”, “çok soğuk bir tipografi” gibi yorumların ötesinde ürünün simgesel ve fonksiyonel anlamının ifadesi için gerekli renk ve biçimleri kurguluyoruz. Ürünün içinde varolması planlanan algı ve duyguların dünyasında kendi kişiliğini oluşturmasına gayret ediyoruz. Bu nedenle de ilk çağlardan bugüne hiyeroglifle, grafikle başlayan görsel anlatımın zaman içinde oluşan prensiplerini, alfabesini kullanıyoruz. Tıpkı “yeşil” bilgisini bir diğerine yazarak anlatırken “y-e-ş-i-l” harflerini tam da bu sıraya göre dizdiğimiz gibi.

Ve tabii ki kullandığımız dil ancak ortak-yakın olduğunda grafik ve estetik düzenlemenin iletişimdeki başarısından söz edebiliyoruz. Yani tam da Türkçe bilmeyen birine hakkında bir sürü şey bilse de “y-e-ş-i-l” dizilişinin hiçbir şey ifade etmeyeceği gibi.

Sanırım hepimizin içinde birlikte ürettiğimiz ve tükettiğimiz; kısaca kendimizi var ettiğimiz iletişim dünyasında tüm kurum ve bireyleriyle kullandığımız dili daha gelişkin, daha yetenekli kılmaya ihtiyacımız var. Yoksa sadece Arapça dinlediği için onun dinsel bir metin olduğunu düşünen ve duygulanan, ibadet moduna giren, hatta ibadetini yerine getirdiğini düşünen kimi büyüklerimize benzememiz çok mümkün.

Elbette iletişim dünyasında üretim içinde olan bizler üzerinde zaten ortaklaşılmış bir dili kullanıyoruz. Ancak kavramlar ve bilgiler daha iyi paylaşıldığı, daha çok ortaklaşıldığı sürece kullandığımız dilin ifade gücü çok daha yetkin oluyor.

Binlerce yıllık bir serüvenden bize akan büyüleyici bir birikim var. Tüm bu birikimin en azından bir parçasına ulaşabildiğimizde sadece aynı dili kullanan insanlar olmanın ötesinde birbirine anlamlar katan insanlar da oluyoruz.

Zaten Masste de tam bu amaca yönelik bir girişim. Bu benim Masste’deki ilk yazım. Ama elinizdeki bu gazete okuduğum 9. sayı... Çok şey öğrendim. Fikrin sahiplerine ve üretenlerine bir kez de buradan teşekkür ederim.

Evet bir aklıevvel bir taşla uğraşmış, serüven başlamış. Ve devam edecek... :))

A. UĞUR ALPARSLAN, MASSTE, 9. SAYI, ŞUBAT 2001

Bienal




Kadınların Cam Tavanları

Bilim adamları, pirelerin farklı yüksekliklere zıplamalarından hareketle bir deney yapar. Pireleri metal zemin üstünde 30 cm yüksekliğindeki bir cam fanus içine koyarlar. Metal zemin ısıtılır, sıcaktan rahatsız olan pireler zıplayarak zeminden uzaklaşmaya çalışır. Ama tavandaki cama çarparak düşerler. Zemin de sıcak olduğu için tekrar zıplarlar, tekrar düşerler. Deneyin sonraki aşamasında cam fanus kullanılmaz . Zemin tekrar ısıtılır. Bu kez tüm pireler cam fanus engeli olmamasına karşın 30 santime zıplarlar: Cam fanusa defalarca çarpmış olan pireler, sonunda o zeminde 30 santimden fazla zıplamamayı “öğrenmişlerdir” ve daha yükseğe zıplama imkânları vardır ama zıplamazlar. Bilimadamları pirelerde görülen bu davranışın insanlardaki karşılığına "cam tavan sendromu" adını verir: Bir insanın gelebileceğine inandığı en üst nokta, onun kendi cam tavanıdır. Cam tavanın yüksekliği hayallerin yüksekliğini gösterir.

Bu deneyi gorunce konuyu kadinin şu hayatta durduğu yerden memnun olup olmamasina bağladim. Yok ben memnunum diyenlere lafim yok tabii. Sözüm benim gibi kaygıları olanlara. Bu kaygılar "çocukta yaparım, kariyerde..." olgusunun da içinde yatiyor. Eğer bu olguyu istersek gerçekleştiriyoruz fakat herkesden bir değil iki kat daha fazla çalışarak. En başta iyi bir zaman planlayıcısı olmak gerekiyor. Bunu yapmak mümkün (tecrübelerle sabittir) ama psikopata bağlamadan. En başta kabul etmek gerekiyor herşeye yetismek namümkün. Bu nedenle yapilacak işleri listelemek, önem sırasını belirlemek ve mutlaka lüzumsuz zaman kayıplarından da kurtulmak gerekiyor. Anlamsız ve boş sohbetler vakit kaybi yaratan trafik, sıra beklemek, fallar, burçlar, türlü türlü imaj değişiklikleri gb gb...(Ee tabii bunlar veya benzerleri arada hiç yapilmayacak anlamina da gelmiyor) Ha unutmadan bide luzumsuz karı-koca, anne-kiz, kardeş dalaşmalari ve türevinde sağa sola serseri mayin gibi sataşmalar, kafa tutup onun muhakemesini yapmalar filan. Bunun yerine, olası pazarlıklarda ne söylenmesi-yapılması gerektiğine dair kafada yapılacak egzersizler ve küçük alıştırmalar, iş ve özel hayatta daha uzlaşmacı bir insan olma meziyetlerini pekiştirecek ve iyi pazarliklar yapmayı sağlayacaktır. Kanımca kadınlar, mümkün olduğunca kendi ilgi alanlarını keşfedip, bitmek-tükenmek bilmeyen enerjilerini de bu alanlara kaydırmalı.

Şimdi burada, kadın olmanın dezavantajlarından ben de bahsederim de, ne fayda; kime söylenecek ki, erkeklere mi, çok umurlarinda! ☺ Kadınlara mı, ne gerek var; zaten yaşamıyorlar mı canlı canlı? Ama şöyle özetlenebilir:
Erkek olmanın avantajları:
İş toplantılarınız gece yarılarına kadar uzayabilir. “Bu iyi birşey mi?” demeyin, bilenler bilir, harika bir şeydir☺ Kafanızda 40 tilki dolaştırmak durumunda değilsinizdir. “Kaymak gibi” olma zorunluluğunuz yoktur. Yüzünüzün makyajlı ve makyajsız iki hali söz konusu olmadığından kimseyi hayal kırıklığına uğratmazsınız. Kıyıda köşede yemek, tatlı tarifi bulundurmak zorunda değilsinizdir; bunları istediğiniz kadından isteyebilirsiniz, sonuçta isteyenin bir yüzü karadır☺ Tıp dünyası yatakta yüzünüzün kara çıkmamasını sağlamak için dört koldan uğraşmaktadır. Her zaman yaptığınızdan farklı hiçbir şey yapmadan, durduğunuz yerde baba olabilirsiniz. Kel bir erkeğin beğenilme şansı, kel bir kadınınkinden her zaman daha çoktur. Yakışıklı olarak nitelendirilmeniz için gereken şartlar, bir kadının güzel olarak nitelendirilmesi için gereken şartların yüzde biri kadardır. Kıvırarak yürümek zorunda değilsinizdir. Eşinizin yaşça sizden küçük olması adettendir. Her tuvalete girişinizde pantolonunuzu, külotlu çorabınızı, iç çamaşırınızı indirmek ve sonra sondan başlayarak hepsini birer birer kaldırmak zorunda değilsinizdir. Göbek size oturaklı ve güvenilir bir hava vermektedir. Hayat sizi asla bir gün sarışın, bir gün esmer, bir gün kızıl olmak durumunda bırakmaz. TV'lerin sizin için yaptığı saçma gündüz programlarına mahkum değilsinizdir. “Her evli erkek, hayatında en az bir kere, paylaşılmaz olmanın gururunu yaşar” derler.

Ama kadın olmanın da avantajlari var tabii ama mesele, bunları iyi kullanabilmek ve nasıl kullandığımız. Bir kere doğa bize altıncı hissimizi yani sezgimizi daha iyi kullanabilme gücünü vermiştir. Erkeğe göre çok daha pratik ve kıvrak çözümler üretebildiğimiz de bir gerçektir. Fiziksel avantaji, -bazı işler haricinde- çok kabul etmiyorum; üstesinden gelmek mümkün, gerçekten isteniyorsa! Ama tabii “ben evimin kadını olacağım” gibi bir avantajdan bahsetmeden geçmek erkeklere haksızlık olur. Ağlamak, çok çok fena bi durum amannn diyeyim, sakın,sakın! Kadının karizmasıni direkt darmadağın edecek bir durum, yapmamak gerekiyor. Ama tutulamadığı durumlarda da kendini açık havaya verip açılmak gerekiyor. Rutin aylık doğal fiziksel değişimleri de iniş çıkışlariyla kontrol altına alıp (ki bilimsel olarak saptanmış yolları var, telkin bile işe yarıyor pek çok zaman) bunu karşı cinsin, iş hayatında rakipbin veya patronun eline silah olarak vermemek gerekli.

Kabul ediyorum, ne kadınlar ne de erkekler çok destekleyici oluyorlar öyle durup dururken. Ama çabayı takdir edenler mutlaka çıkacaktır şu koca dünyada. Öncelikle kendime “HADİ KIZIM Bİ GAYRET, YOLA DEVAM, PES ETMEK YOK!” diyorum.

Bu arada “Sex And The City” fenomenini yaratan Amerikalı yazar Candace Bushnell’in yeni romanı “Lipstick Jungle” ilk okunacaklar sırasında. Muhtemelen dizisi ve/veya filmi de yapılacaktır.

İnsan Ol İnsan!

Alemsah Ozturk’un blogundan aldim bir büyüğünün nasihati ve harika,
budur iste huzur icinde uyumamizi saglayan...Ben biraz makasladim tabii ama yinede can alici noktalari yerinde duruyo.


- Ölçün, doğruluk olsun, aleyhine dahi olsa doğruyu söylemekten çekinme.

- Haksız olduğun bir meselede haklı olduğuna kendini inandırmaya çalışma.

- İnsanların kusurlarını gözünde büyütme. arkadaş, dost, meslektaş ve yakınlarının kabahatlerini değil, meziyetlerini görmeye çalış. kusurlarını ararsan, onlar da sende arar ve senin bulduğundan fazlasını bulurlar.

- Arabulucu ol, arabozucu olma. İyilik yapmak için fırsat gözle, bulamazsan icad et.

- Kendinden evvel başkalarını düşünmek seviyesine er. Bu olmazsa kendin kadar, bu da olmazsa kendine yakın düşünmek de bir nimettir.

- Kararlarında aceleci olma. Hükümlerini teenni ve basiretle vermek bahtiyarlıktır.

- Gayeli ve kararlı insan ol. Gel-geç tabiatlıların ideallerine eriştikleri görülmemiştir. Onun için azimli ve sebatkar ol ki, tuttuğunu koparasın. Herhangi bir meseleyi huşunetle değil, sükunet ve hoşlukla halletmeyi adet et.

- Sakin, mülayim ve hesaplı konuş. ağır, kırıcı ve geri dönülmez sözden çekin. Vekarlı ve haysiyetli ol; fakat alıngan olma.

- “Öfke gelir göz karartır, öfke gider yüz kızartır” diyen ne doğru söylemiştir. Onun için sonradan pişmanlık verecek söz ve hareketten şiddetle ihtiraz et.

- Büyüğe, küçüğe saygılı ol. Hürmet et ki hürmet göresin.

- Latifelerin latif olsun.

- Bil ki para gaye değil vasıtadır. Eline bu vasıta bol bol geçtiği takdirde onu hayırlı işlerde kullan.

- Sabırlı ve hazımlı ol. Daima şükret, güçlükleri kolayından al, rahat edersin.

- Evlatlarının bedenleri kadar ruhlarını da besle. Onlar sana hakk'ın emanetidir. Bu emaneti kurda kuşa kaptırmamaya dikkat et.

- Anana, babana, kardeşine, hasılı bütün ailene muti, sadık ve yardımcı ol. Cenab ı resulullah: “cennet, anaların ayakları altındadır” buyurmuştur. Cenneti, yalnız ahiret aleminde aramak, akıllı insan karı değildir. Dünyada da cennet vardır. Bu huzur ve kalb cennetine dal.

- Sana, korku, ümit veya herhangi bir menfaatle bağlanan dünya dostlarına güvenme. Hak namına garazsız, ivazsız dostluğunu arzetmiş olanları ise, kusurları olsa da, bağrına bas; onlardan kopup ayrılma ve kendi kendine “benim kusurlarım onlarınkinden çoktur” diyerek hoşgör.

- İnsanlar, kendi hayatları binasının mimarlarıdır. bu binayı kurmak hususunda gösterecekleri ustalık veya acemilik, onları mes’ ud veya bedbaht eyler. Gayret et ki, hayatını kurarken sana saadet ve huzur getirecek iyilik, güzellik, hak, hakikat ve fazilet malzemesini kullanmak hünerini gösteresin.

Yarısını uygulasak nefis olmaz mi ?


"First Things First" Manifestosu

Biz, aşağıda imzası bulunan grafik tasarımcılar, fotoğrafçılar ve
öğrenciler, reklamcılığın teknik ve araçlarının, yeteneklerimizi kullanmak
için en kazançlı, etkili alan olarak sunulduğu bir dünyada yetiştirildik.
Bu inancı destekleyen, yetenek ve hayal güçlerini kedi maması, mide ilacı,
deterjan, saç bakım ürünleri, çizgili diş macunu, tıraş sonrası losyonu,
tıraş öncesi losyonu, zayıflama rejimleri, şişmanlama rejimleri, deodoran,
maden suyu, sigara vs. satmak için kullananların işlerinin takdir gördüğü
yayınların bombardımanına uğradık.

Reklam sektöründe çalışanlar, ulusal refahımıza az ya da hiçbir katkısı
olmayan birtakım amaçlar uğruna, fazlasıyla zaman ve enerji harcıyorlar.
Tüketim dalgasının kuru gürültüden ibaret sesi, toplumda sayısı giderek
artan insanların olduğu kadar bizleri de bir doyma noktasına getirdi.
Uğruna yetenek ve tecrübelerimizi kullanabileceğimiz daha değerli
amaçlar olduğuna inanıyoruz; sokak ve binalar için işaretler, kitap ve
süreli yayınlar, kataloglar, kullanım kılavuzları, endüstriyel fotoğraflar,
eğitim araçları, filmler, televizyon programları, bilimsel ve endüstriyel
yayınlar gibi, ticaretimizi, eğitim düzeyimizi, kültürümüzü ve dünya
görüşümüzü geliştirmeye yönelik diğer alanlar.

Tüketici reklamlarının ortadan kalkmasını savunmuyoruz.
Böyle bir şey tatbik edilemez.

Hayatı zevkli kılan yönlerinden arındırmak istemiyoruz. Önerimiz,
iletişimin daha yararlı ve kalıcı biçimleri lehine önceliklerimizi yeniden
sıralamak.

Umudumuz, toplumumuzun tüccarlardan, statü satıcılardan ve
kandırılmaktan sıkılıp, bizim yeteneklerimizi daha anlamlı amaçlar
uğruna kullanması. Bütün bunlar ışığında, tecrübe ve fikirlerimizi
paylaşmayı teklif ediyor, meslektaşlarımızın, öğrencilerin ve ilgili
herkesin kullanımına sunuyoruz.

Ken Grand


KEN BRIGGS
RAY CARPENTER
ROBERT CHAPMAN
GERRY CINAMON
ANTHONY CLIFT
HARRIET CROWDER
IVAN DODD
GERMANO FACETTI
ROBIN FIOR
ANTHONY FROSHAUG
KEN GARLAND
JOHN GARNER
BRIAN GRIMBLY
BERNARD HIGTON
GERALD JONES
IVOR KAMLISH
SAM LAMBERT
IAN MCLAREN
CAROLINE RAWLENCE
WILLIAM SLACK
GEOFFREY WHITE
EDWARD WR

Bir şeyi olduğundan farklı
göstermek-tasarım çoğunlukla
bu değil mi? İşte bu noktada
endişeleniyorum. Yeteneğe
ve güçlü silahlara sahip
tasarımcılar olarak, bu
dünyada ne yapıyoruz?
Oynadığımız rol nedir? Pis bir
petrol şirketine ‘temiz’ imajı
giydirmek, arabanın tanıtım
broşürünü arabadan daha
kaliteli yapmak, makarna
sosunu tıpkı anneannenin
tarifiymiş gibi sunmak,
döküntü bir daireyi havalı
göstermek. Bütün bunlar
kabul edilebilir mi, yoksa çoğu
tasarımcının ve profesyonelin
düştüğü düzey mi?

Tibor KalmanIGHT

Sevgi Çağı

Yillar once bir makale okumustum ve bu zamana kadar aklimda kalacak bir sey soylemisti. Bir sure sonra tuketim kulturunun bitecegini onun yerini sevginin alacagini soylemisti. Yazari hatirlamiyorum ama 10 seneye yakin bir zaman once idi. O zaman vay canina ben gorurmuyum acaba dedigimi hatirliyorum.

Simdi biz, 11 Eylul ile fitili yakilan ardindan 1929 Buyuk Buhran’indan belkide daha buyuk olmasi beklenen bir kriz ile alevlenen ve nihayet Amerikanin ilk zenci baskani olmasi ile yeni bir yuzyila girdik. Simdi girdik!

Peki ne ki bu yeniyuzyil ile krizin ve baskanin ilgisi dimi. Bence derinden var. Artik ortada bir gercek var ki Marks’in bile kabul ettigi her zaman krizlere gebe olan bu sistemin islemedigini cok cok once anlayan ve rotasini yeni duzene ceviren “Buyuk Gucler”. Rota “sevgi, anlayis, yardimlasma, uzlasma cagi”

El altindan hepimize ulasan “Dus’un gercek olsun”, “Cekim yasasi”, “Secret”, “Zeitgeist” vs..vs...Sanki buyuk kesif yapmis gibi yeni bir Polyanna’cilik yaratlar/tik. (iyi de geldi ne yalan soyliyeyim!) Aldik gazi mutlu mesut herseyi istiyoduk yine bireysel bir bilinc ile. Hani hersey gelirdi istersek di mi ama. Suya bile neler yapti dusuncelerimizle. Dusun artik %70 su olan kendimize neler yapiyoruz derken. Bunlari cozmus dilek, istek, arzu, temenni ve niyetlerin gelmesini beklerken. KRIZ geldi?

Eeee sonra, simdi nolucak? Eldekinin degerini bilmek ve anlamak mi? Dunyaya daha iyi davranmak mi? Dini bir butun olmak mi? Isini zaten iyi yapip ustune surekli deger katabilmek mi? Herseyin mukemmeli olamazsin, birseyi cok iyi yapsan o da olur mu? Bilemedim hepsi yada daha baska bisi...

Gecen gun cevaplardan biri geldi mesela; isinlama teknolojisi uzerine calisan Prof Docent Doktor filan, onemli adama sordu biri (amerikali tabii) Adam anlatiyor isinliyoruz biz diyor, ornekte gosteriyor, isigi gonderiyor bir yerden baska bir noktaya...Mesela insan , hayvan bunlarida isinlayabilecek misiniz? (Bu arada isinlama teknolojisi gercekten ok, fyi!)
Bilim adami dedi ki, basit kuantum kanunu hatirlayalim, gozlemci varsa olaylar ve kisiler gercektir, ama gozlem yoksa veya olasiliklardan secilmeyenler gercek olamazlar. Sen sectigin icin su an bunu okuyosun, secimin su an uzaklarda bir yerde sicak kumlardan serin sulara atlamakta olabilirdi yani. Gozlemci sensin!

Isinlanmaya gelince soyle bi sorun var dedi adam. Diyelim ki birini buradan herhangi bir yere isinlayacagiz mesafe muhim degil, oncelikle isinlanan o kisiye ait bilgiler oluyor yani ne sever, ne yer, nasil giyinir, nasi gorunur, hepsi tamam yani sen aynen gorundugun sekilde gitmeyi basariyosun ama bir tek sey var ortada oda isinlandigin noktadaki varliginin yok olmasi gerekiyor. Yani giden yine sen misin yoksa suretin mi bilemiyosun nasil kabul ediyosan! Ama sen, buradaki sen artik yok olmak zorundasin!

HADI BAKALIM CIK ISIN ICINDEN! Istermisin bilemem sana kalmis..

Sonuc olarak simdilik ileri teknolojiyi kullanamiyoruz cunku kabul edilen anlayis ve dusunce yapilarinin degismesi gerekiyor. Sevgi bu noktada bize yardimci olacaktir bence nasil mi...O da bastaki afiste gizli.

Gelsin 2009, Bildiği Gibi Gelsin! demis biri??

Hosuma gitti bu yazi sizinle paylasayim dedim. Galatasaray üniversitesi'nde düzenlenen Blog Konferansı'nda bu yıl ilk defa Blog Ödülleri dağıtıldı. Tunç Kılınç en iyi Reklam - Pazarlama kategorisi'nde ödül almiştir. Bu yazida onun blogundan aynen aktariyorum...

Üç sorumuz var:

1.) 2008 deyince ne hatırlıyorsun?

2.) Aynı soruyu, mutlu bir insan olarak, bir yıl sonra bugün nasıl cevaplamayı isterdin?

3.) Yüz yüze olsaydın, bir üstteki yorumu yazan kişinin verdiği cevaplara dayanarak ona ne derdin?

2007 yıl sonundaki yazımıza yorum bırakanların ne kadar gönüllerinden diledikleri gibi bir yıl olmuş 2008, bunu hep birlikte okumak ilginç olacak. Bu sene ilk defa yorum yazacaklara da, seneye bu zamanda tekrar dönüp birlikte bakacağız…

Önce benim cevaplarım:

1.) 2008 deyince ne hatırlıyorsun?

Geçen sene, 2008 beklentilerim için şöyle demişim:

“Türkiye ve diğer ülkelerde görmediğim yerlere daha sık gidebildim, koçluğun yanında keyif alarak yapacağım bir uğraş daha buldum, en az bir ayı aralıksız İstanbul dışında geçirdim ve deliler gibi aşık oldum” diyebilmek istiyorum.

Bu dediklerimin hiçbiri olmadı ama 2008 yine de harika bir yıldı!

Sadece tek yere gidebilmiş; ikinci bir uğraş bulmamış; bırak bir ay İstanbul dışında olmayı, 1 gün bile denize girmeyerek kendi rekorunu kırmış, aşık maşık olmamış olsam da… Hem öyle istendiği zaman aşık olunmuyor ki! O yüzden onu bu sene yazmayacağım işte : )

2008 iş tutarlığı adına iyi bir yıldı sadece. Ben yine de bu seneyi çok iyi hatırlayacağım. Nedenini bilmemekte hoşuma gidiyor ayrıca!

2.) Aynı soruyu, mutlu bir insan olarak, bir yıl sonra bugün nasıl cevaplamayı isterdin?

Kendimce çılgın işler yaptım diyebilmek istiyorum. Daha fazla deli insan tanıdım, farklı yerler gördüm, değişik lezzetler taddım, riskli işlere girdim… Ha bir de, sağlık konusunda her şey yolundaydı bu sene demek geçiyor içimden.

3.) Yüz yüze olsaydın, bir üstteki yorumu yazan kişinin verdiği cevaplara dayanarak ona ne derdin?

Bu soru (mecburen) bir tek bende cevapsız kalıyor. Bu yazıya ilk yorumu yazacak kişi için ise ben “bir üstteki kişi” olmuş oluyorum!

Şimdi sıra sizde. Buyrun.

Sihirli Flüt, bu da benim yorumum...

Gecikmiş Bir Cevap!

Bir süredir yeni ve özellikle yerel iletişim stratejileri, yonetimi üzerine kafa yoruyorum. Kendimce arastiriyorum, yön belirlemeye, dogru saptamalar yapamaya niyetim oldugunu, once kendime daha sonrada soranlara belirttiyorum. İletişim denilince onemli isimlerin basinda gelen Ali Saydam ile bu konu uzerine goruslerini paylasmak niyetiyle randevu almistim.

Bu sohbet esnasinda Ali Bey benim ne denli kayboldugumu fark etmis olacak ki bana ‘Sihirli Flüt’ operasinin konusunu hatirlatti ve ne istedigime karar vermemi ince zekasi ile vurguladi. Simdi ben bu operanin konusunu size hatirlatmak ve benim o gun veremedigim cevabimida bugun buradan vermek istiyorum.

'Sihirli Flüt'ün konusu kısaca şöyle: Bir canavarın saldırısına uğrayarak bayılan Tamino ayıldığında karşısında Gece Kraliçesi'nin nedimelerini ve hayatta tek derdi yiyip içerek iyi vakit geçirmek olan, kuş avcısı Papageno'yu bulur. Nedimeler Tamino'dan rahip Sarastro'nun elinde tutsak olan kraliçenin kızı Pamina'yı kurtarmasını ister ve Papageno'yla ona başları sıkıştığında kullanabilecekleri flüt ve çanlar gibi sihirli gereçler verirler. Üç bilge çocuk tarafından Sarastro'nun tapınağına yönlendirilen ikili orada Sarastro'nun aslında iyiliğin temsilcisi olduğunu anlar. Tamino âşık olduğu Pamina'ya ulaşmak için bir dizi sınavdan başarıyla geçmek zorundadır...
Bilgeliğin, mantığın ve doğanın temsilcileri üç tapınak, Tamino'nun geçmesi gereken üç sınav, üç nedime, üç bilge çocuk, eserin başlangıcında üç kere tekrar edilen akorlar gibi. Aydınlanma felsefesinin izleri ise bireyin mükemmelliğe ulaşmak için kendini sürekli ileri götürme çabasında, kardeşliğin, yardımseverliğin, onurun ve erdemin kutsal değerler olarak sunulmasında karşılığını bulur. Kadın-erkek, gece-gündüz, güneş-ay, iyi-kötü, asil-sıradan, büyü-gerçek gibi ikili karşıtlıkları bol bol kullanan, temelinde bir yol macerası olan, günümüz bakış açısıyla ırkçılık, kadın düşmanlığı ve elitizmden izler de barındıran 'Sihirli Flüt'te Tamino-Pamina ve ulaşmak istedikleri idealizmin, Papageno ve geç kavuştuğu eşi Papagena ise sıradan insanın basit arzularının temsilcileridir.

Buradan hareketle benim hangisi olduguma karar vermem gerektigini soylemisti. Simdi ben de "In Bruges" filmi ile bir gonderme yapmak isyiyorum.

"In Bruges" kisaca özgün karakterler üzerine kurulu bir kara film örneği. Hikayemiz iki katil'in(hitman) Belçika'nın güzide bir şehri olan Bruges'e gönderilmesi ve onlara burda verilecek görevi beklemeleri söyleniyor.
Filmin çıkış noktası bundan ibaret, karmaşık bir konu, zor bir olay örgüsü yok yani. Fakat McDonagh (yonetmen) olayları öyle işliyor ki, filmin şiirselliği zihinlerinizde asla kurtulamayacağınız bir etki bırakıyor.

Ama esas nokta benim icin karakterlerde gizli Colin Farell geçmişi ile arasında büyük sorunları olan kafasi karisik bir adam. Brendan Gleeson ise tam bir melek, sevgi abidesi ama adamlar kiralik katil sonucta. Ve geliyoruz esas adama her ikisininde patronu Ralph Fiennes. Karakterin kisilik yapisi, meslegine bakis acisi, oldurecek olsa bile adamina hazirladigi veda senaryosu muthis. Bu saygi ve nezaket acikcasi beni hayran biraktirdi. Her insanın yaşadığı ikilemler, her insanın yaşadığı hisler var karakterlerin penceresinde.

Filmin bir diğer etkili yönü olan müziklerine de dikkat çekmek isterim. Carter Burwell öylesine mükemmel bir tema müziği yapmış ki filmin bu kadar atmosferik olmasında büyük bir katkı sağlamış. Siz de izlerken göreceksiniz ki müzik şehirle bütünleşiyor ve filmin şiirsel yönünü iyiden iyiye güçlendiriyor.

Tabii filmi Mozart’in besteledigi ‘Sihirli Flüt’ ile karsilastirmiyorum sadece bana verilen ornege benim cevabimdir.

‘Sihirli Flüt’ ve "In Bruges" seyretmek ve dinlemek size kalmis ama ben oneriyorum, gidiniz ve yasayiniz.




Feedback

2009 yılının ONEMLI bir trendi BENCE!

Feedback 3.0, yani “Geribildirim 3.0” olarak adlandırılıyor. Trendwatching'e göre bu aynı zamanda “tam şeffaflığa” ulaşmak anlamına da geliyor. Firmaların tüketiciyi önemsemediği, onların görüşlerine değer vermediği dönemler epey geride kaldı. Geribildirim dönemlerini üç aşamaya ayırabiliriz:
Geribildirim 1.0: Bu web'in ilk dönemlerine tekabül eden durumu anlatıyor. Müşteri yakınmaları ve şikâyetleri firmalara ulaşır, ama kimse bunları pek fazla ciddiye almaz, dinlemeye zahmet etmezdi.
Geribildirim 2.0: Bu, şu anda içinde bulunduğumuz dönemi işaret ediyor. Müşteriler dinleniyor, ne dedikleri anlaşılmaya çalışılıyor. Müşteri şikâyetlerine en sısa sürede cevap verilmeye, en kötü sorunlara çözüm bulunmaya çalışılıyor.
Geribildirim 3.0: Şimdi sözü edilen aşama ise sadece müşterilerin dinlendiği değil, firmaların da konuşmaya katıldığı, her müşteriye özel bir cevap verebildiği aşamayı gösteriyor.

Önümüzdeki yıllarda tüketici görüşleriyle firma görüşlerinin birarada tartışıldığı, hem üretim, hem de tüketim tarafı için ortak bir zemin haline gelen Tripadvisor, Yelp, Bazaarvoice gibi web sitelerinin yaygınlaşması bekleniyor. Tabii bazı firmalar erken davranıp kendi tartışma ortamlarını de kendileri yaratabiliyorlar. Örneğin bilgisayar üreticisi Dell'in müşterileriyle fikir fırtınası yaptığı Dell Ideastorm veya Starbucks'ın gelecek için fikirleri tartıştırdığı My Starbucks Idea, firmaların kendilerine özel oluşturduğu Geribildirim 3.0 ortamlarından sadece ikisi.

Sonuç olarak önümüzdeki günlerde daha fazla firmanın müşterileriyle etkileşim içine girdiğine tanık olacağız. 2008'de büyük markaların “açık tartışma” ortamına daha fazla girdiğini, müşterilerinin önerilerini daha fazla dinlediğini gördük. Bu yıl da bu tür etkileşimlerin giderek fazlalaştığını göreceğiz. Tabii durumun kötüye gitmesini beklemeden -hemen- bunu yapanlar daha kazançlı çıkacak...

Ha bi de ek olarak
“vermek” önümüzdeki günlerde de firmalar için önemli olacak. Tüketici, kendisini düşünen, yaşamını kolaylaştıran, derdine çare bulan ve daha fazla şeyi ücretsiz olarak sunan ürün ve hizmetleri daha fazla tercih edecek. Yenilikçilik yine önemli olacak. Lüks kavramı yine önemini kaybetmeyecek ve her tür ürün ve hizmette lüks veya premium versiyonlar üretilecek. “Kendin yap”, “kendin üret”, “kendin yayınla” gibi kullanıcı merkezli ürün ve hizmetler 2009'da da yükselmeye devam edecek. Ve tabii en önemlisi fayda ve fiyat dengesini yeniden kuran ürün ve hizmetler her zaman kazanmaya devam edecek...

Guventurk Gorgulu, portakalonline

Yaz Kesin Gelsin!

Yaz Geldi mi?

1 Hayalim var :)




Siz hiç şöyle Tasarim Merkezine rastladiniz mi?


"Birlikte düşünme, birlikte üretme, açik olduğunu bildiğiniz, sizin ilgilendiğiniz alanla ilgilenen kişilerle görüştüğünüz, bilgi birikimini size açan??? Hı rastladiniz mi?
Yani bana olmadi! Ideal olan bu olusumun, sizin bir surecin her adimina dair fikir gelistirmenizi saglayarak kulturel bir degisime oncu olmasi" fikrinden hareketle benim kafama takilan bir seyi paylasmak istiyorum.

Ben deniyorum ama evde su geri donusum icin coplerini ayri ayri biriktirip, bi sure evde tutup sonra goturup kumbaralarina atamiyorum. Zor geliyor, ne kadar da yapmak istiyorum aslinda....Ama bi turlu o copleri evde tutamiyorum iste..Oyle posetler filan etrafta..

Bu isin oneminden bahsetmeyecegim zaten de. Simdi aklimda bunu kendim icin nasil kolaylastiririm.. Bu aslinda endustri tasarimcisinin isi ama ben dayanamicam ve tasarlicam bi sey..Katilmak, oneri getirmek veya yon gostermek isteyen arkadaslarin fikirlerine acigim..zaten cokta degiliz!

Kitleler asla gercegin pesinden kosmamistir. Yanilsamalar isterler ve yanilsamasiz yapamazlar. Gercek olmayanlari gerceklerin ustunde tutarlar; gerceklerden cok gercek olmayanlarin etkisinde kalirlar. Bu ikisi arasinda ayirim yapmama egilimi oldukca yuksektir.

Sigmund Freud

Kinder/ Ramazan Bayram Ozel Paket

Erkek Ic Giyim Ambalaj Tasarimi

Dental Implantoloji

Dugun Davetiyesi/ El ilani

Ulker/ CocoPops-Shrek

Itkib/ Design Key


Divan/ Elmadag Kapanis ilani

Bayer/ Kadin Dogum Haplari

Bayer/ Kadin Dogum Haplari

Atasay/ Alians

Atasay/ One & Only

Biolane; Fransiz bir bebek urunleri markasina yapmistim

Kar/ Zarar

Evren, hareketi alkışlar, düşünceleri değil !

Her an gece ve gündüz karşılaştığımız sıkıntı verici ve sıkıcı haberler, lüzumsuz bilgiler ve bilgilendirmeler, 3. Sayfa haberleri, ekonomik ve siyasi krizleri, savaşları, basiretsiz insanların o yanıltıcı fikirlerini bir kenara bırakalım da, daha başka bir konu üzerine hasbihal edelim! Belki keyifli de olabilir!

Konu yaratıcılık olabilir...

Yaratici olmak marjinal olmayi gerektirir mi mesela? (Deyip konuya direk giriş yapsak?)
Bilmem, gerektirir mi? Sadece yaratıcı olmanın yeni yüzyılda en önemli silah olduğunu öğrendim. Yaptığımız herşeyde (sadece pazarlama veya reklam değil) işimizin her noktasında, ancak daha yaratıcı olursak ve denenmemişi yaparsak, fark yaratacağımızı ve optimize edilmiş bu ticaret dünyasında, marjinal farkları (ve dolayısıyla karlılıkları) yakalayabileceğimizi tahmin ederim.

Yaratıcı olma fikri hep iyi geldi bana galiba, şöyle bir geriye yaslanip yaratıcılığın benim için anlamını düşününce…Sanırım mesele rahatsız ve yerinde duramayan bir yapıya sahip olmakta yatıyor. Fakat bu rahatsız yapıyı da doğru yönlendirmek gerekiyor.

Yaratıcılık, yaratmak fiilinden türemiş bir kelime olup, o ana kadar var olmayan bir şeyi meydana getirmek anlamını taşıyorsada yaratıcılığın temelinde “benzerlerden” farklılaşmak yatmaktadır. Yaratıcı olmak, orijinal fikirler üretmek, ansızın kafanızın bir köşesinde parlayan o ışığı yakalamak o kadar da zor değil. En önemlisi işinize, hayatınıza, çevrenize biraz daha farklı gözlerle bakmanızı gerektiriyor. Günlük yaşamdan, çocuklardan, yaşlılardan, gençlerden, annenizden, amcanızdan, bakkal amcadan kısacası her bir bireyden öğrenecek ve şaşıracaksınız ancak işin püf noktası satır aralarını okumakta yatıyor…Bu satır aralarını fikir bankanıza yatırmak ve yeri geldiginde de kullanmakta gizli bilinen şeyler arasındaki bilinmeyen ilişkileri yakalama’nın sırrı.

Bu fikir bankası, bir proje icin 30 farklı fikir üretebilsede iyi ihtimalle sadece bir tanesi doğup büyüme ve geliştirilme hakkını kazanacaktır. Aynı zamanda seçilen bu fikri iyi satmak, doğru ve faydalı işlere dönüştürmeyi gerektiriyor. Yaratıcı bir bakış açısı yakalamak için herseyi merak edip sorgulamak, Neden? Nasıl? Peki eğer şöyle olsa..? Merak ediyorum acaba? İle baslayan ve devam eden sorularla yaşamalı. Her şeyi merak etmeli ve sorgulamalı. Hatta şu ana kadar hiç sorgulama ihtiyacını hissetmediklerinizi bile…

Bütün bunlari yaparken ortaya çözümlenmesi gereken problemler ortaya çıkacaktır ki problem çözmek eğlencelidir. Zorlayan problemlerin üstesinden gelirkende zevk almalı yaratıcı kişi. Yaratıcı düşüncenin evrim sürecini iyi takip etmeli. Uçuk kaçık bir fikrin nasıl zaman içinde elle tutulur bir esere doğru evrimleştiğini göreceksiniz. Bu süreçte işlerin zorlaştığını, karmaşıklaştığını, sizi pes ettirecek anlar olacağını ve işte tam da bu noktada yaratıcı fikirler üretebilen ve bunu başaramayanlar belli olur. Düşüncelere sahip çıkılmalı ve onları sonuna kadar geliştirmeli, yapışıp bırakmamalı…Bu da problemi iyi anlayıp, gerçeklerini ve pek çok potansiyel çözümü aynı anda değerlendirme yapılmakta yatıyor. Bazen farklı yönlerden bakmayı gerektirir işler; mesela eldeki verileri baş aşağı çevirebilmeli. Birbiri ile uzaktan yakından ilgisi olmayan iki fikri yan yana getirebilmeli, düşünceleri esnek tutabilmeli; ne kadar esnek ve önyargısız olunursa o kadar orijinal bir fikir yakalama olasılığı da doğacaktır.

Ancak yaratıcılığı da yanlış değelendirmemeli hem reklam ajansı hemde reklamveren için istenmeyen ve yararsız sonuçlarda doğabilir. Bu nedenle sabit fikirli olmamali mesela. Bazı fikirler ölü doğar demişti bir çalışma arkadaşım. Bu nedenle bunu anlayıp zamanında rafa kaldırmalı bazi fikirleri. Yaratıcılık ilaç gibidir. Dozunda alındığında hayat kurtarır, aşırıya kaçılırsa hayat alır.

Yaratıcılığın, firma ya da markanın stratejisinin önüne geçmesine izin vermek tam bir hata olur. Yaratıcılığın büyük bir cazibesi vardır. Öyle bir cazibedir ki bu, yaratıcılık adına ürün veya marka stratejisi, firmanın ne için reklam yaptırdığı ve reklamverenin hedef kitlesine ne anlatmak istediği unutulup yaratıcılığın sıcak kollarına kendini teslim etmis bulur kreatifler kendilerini. Oysa reklam filminin veya basit bir kartvizitin bile bir tek amacı vardır, o da reklamverenin müşterisi tarafından nasıl algılanmak isteyorsa onun bu amacına ulaşmasına yardımcı olmaktır. Eğer üretilen fikir bu amaca ulaşamıyorsa ne kadar yaratıcı olursa olsun başarısızdır.

İletişim sanatında yaratıcılık, var olan tabuları yıkmak demekte değildir. Tam tersine var olan tabuları beceri ile kullanarak kitleleri yönlendirme sanatıdır. Tabuların temellerini yıkmadan da yaratıcı olmak pekala mümkündür. Kabul edilmiş değerlerde kendi mesajımızı farklı şekilde yansıtmaktır. Örneğin Amerika ile Türkiye’nin paylaştığı ortak değerler birbirinden farklıdır. Koşulları iyi tanımlayıp uygun ve özgün biçimlerle yansıtılmalıdır. Unutumamalıdır ki reklamların toplumsal değerleri ve tabuları değiştirmek gibi bir misyonu yoktur ancak bunlari kullanarak betimleme yapmak pek tabii mümkündür.

İlham kaynağınız, çalışma biçiminiz veya motivasyonlarımız nasıl olursa olsun unutulmamalıdır ki bu is gayet ciddi. Yaratıcı süreçlerde; işin ortaya çıkış safhalarında eğlenceli ve havada uçuşan fikirlerden reklamın hedef ve amacının üzerine uyanı yakalamak olsada ortada bir kurumun marka kimliği ve ürünün veya hizmetin değerine değer katmakta biz reklamcıların güçlü hayal dünyaları, araştırmacı, tutarlı, tutkulu, dürüst ve yenilikçi yapısında gizli.

Bir marka ve pazarlama iletişimi yapan bir ajans yaratıcılık süreçlerini; yenilikçi, farkındalık yaratan, farklı ancak tanıdık, samimi fakat ciddi, temelinde sadece boş ve hoş hayallere değil doğru ve yerinde saptamalar yaparak değerlendirip müşterisinin inanacağı ve yine müşterisinin amaçlarından yola çıkarak ‘işte ben ve markam’ dedirtecek fikirler üretir.

Elbet bir yerde, belkide su an bu yerde, düşünceler de alkışlandıkça hareketlenir.


Hislerimizi; sezgilerimizi, duyularımızı ve düşüncelerimizi nasıl kullanacağımızı öğrenerek; varmak istediğimiz noktayı seçebilir ve gerçek niyetimiz üzerine odaklanabiliriz. Güçlü niyetler, harekete geçmek için daha yüksek bir motivasyon ve hedefe ulaşmak adına daha iyi koşulları beraberinde getirecektir. Dr. Fred Alan Wolf


İdil Beydogan, Reklam Sanat Yönetmeni, Ekim 2007



2leep